Simeranyada artık öykü kategorisi ile karşınızda. Öykücümüz Mimoza ve Rosa (mimozaverosa) Duvarlar ve Kapı Altları öyküsü ile kapıyı araladı, buyurunuz:
On altı, yirmi altı… Akrep mi daha hızlı yoksa zihnimin duvarlarında misketlerle hemhal olan yelkovan mı? Misketleri altı kırk beş vapuruna binerken denizin o karanlık sularına düşürdüğüm gün çocukluğum da perde arkasına sindi ve oradan çıkmaya cesaret edemedi. Avutulmak için avuçlarıma bırakılan misketlerin cebimden kayıp gitmesini yanaklarımı ıslatan birkaç damla gözyaşı ile izlerken asıl kayıp giden misketler mi yoksa çocukluğum mu sorusunu arada kendime sorarım. Parmak uçlarıma batan iğnelerin böylelikle sayısı artar ve canımın yanmasını umursamadan işaret parmağımın kenarındaki kalkmış küçük derileri bir çırpıda söker atarım, üstüne yapıştırdığım yara bantları, yarayı sever, önemser gibi çiçekli olur hep. Sanki çiçekli desenler biraz da olsun gözlerimin aklarında birikmeyi seven kırmızı noktaları besler durur. Oysa denklemin böyle…
On altı yirmi yedi… Ne yapıyorum diye düşünüyorum bazı zamanlar. Misketler, insanlar, tepe başları ve uzun uzun çözmeye çalıştığım denklemlerle var olmaya çalışma çabam kırılmasın diye tebessüm edilen cümlelere benziyor. Mış gibi söylenen her cümle yüzünden mide bulantımı bastırmaya gücüm yetmiyor. Zira bitki çayları da kesmiyor artık bulantımı. Sürekli aynı denklemlere haşır neşir olmaya başladığımda biraz olsun azalıyor gibi bulantım lakin birkaç dakika sonra bana kendini yeniden hatırlatıyor. Çözümü bildiğin yollardan gitmek yerine hâlâ başka yoldan bulacağım gafletine düşmek, içimde korktuğum o kapının açılmasını sağlıyor. Gözetlediğim için utanmadan gözetlendiğimi hissediyorum. Perdeler bir bir aralanırken kıskançlık ipi bileklerime dolanıyor sanki, oysa ben o ipi keseli yıllar oldu.
On altı yirmi yedi… “Anlamlar ürküyor senden duydun mu beni? Nasıl kaşlarını çatıyorsan saklanıyorlar, çarpmaların, bölmelerin, dilinden düşürmediğin denklemlerinle ürkütüyorsun anlamları. Önceden mahallenin yaşlıları uslu durmayan çocukları öcülerle korkutur, ağlatır ve ürkütürdü. Onlardan farkın kalmadı. Kalbinin istediği anlamlarken, anlamlarla dinginleşirken ürkütme! Duydun mu?” Saniyeler önce biri evimin kapısının altından bu notu attı ve gitti. Şimdi anlamlar, ürkmeleri ve kalbin istediği ile ilgili denklemleri kuruyor çözmeye çalışıyorum. İşaret parmağımdaki çiçekler de yerindeyken baş edebilirim diye düşünüyorum. Önümdeki kağıdı açıp yeniden, yeniden, yeniden okumam, saate uzattığım ip ve dakikalara kurduğum pusu bu yüzden. Gözetlendiğimi hissettiğim anlarda kalbim koşuya çıkmış gibi hızlıca atar durur, öyle hızlı atar ki bir an duracak sanırım. Psikoloji literatüründe birkaç kağıt çevirip işte tam da bu, deniyor. İzlendiğimi, izlediğimi, nefesimin aniden kesildiğini, tozları ve daha birçok kağıtlardan bahsettiğim vakit, kağıtları iki ileri beş geri çevirip hızlı hızlı not alırken yüzünde tatlı bir tebessüm oluşur hep.
On altı otuz… Tökezlemem üç dakika sürdü. Ağlamam dindi de göz aklarıma oturan kırmızı benekler gitmedi hâlâ, balkona çıksam diye düşündüm belki kırmızı benekler dışarıdaki yan yana dizilmiş apartmanlarla göz göze gelirse kendilerine çeki düzen verip kaybolurlar. Balkona çıktığım an beni karşılayacak üç, beş çift gözle karşılaşacağımı bilirim çünkü. Kimileri beş çayına hazırlanır. Geniş balkonlarındaki masaya çeşit çeşit tabaklar dizerken bir saat sonra kahkahalar yüzünden çekeceğim perde en çok o zamanlar dost olur bana. Onların denklemleri hep ütopik gelir. Her hafta bir araya gelip konuşulacak sayfalarca ne buluyorlar diye düşünür dururum. Korkarım da bir keresinde çiçekleri sulamaya çıktığımda cümlelerinin arasından adıma denk geldim. Birileri kulak memesini çekip masaya üç kere vurdu. O günden beri balkondaki çiçekler yerine yara bantlarındaki çiçeklere olan sevgim büyüdü. Belki de bu yüzden aramızdaki duvarlar epey büyük, sağlam… sadece sesler ve görüntüler duvarların arasından geçip şekil alabiliyor. Kıskanç değilim, bir, iki tanıdık yüz olsa da kıskanç değilim. Duvarlar işte…
On yedi, otuz… Misketleri, vapurları, duvarlarımı, komşuları rafa kaldırıp mercimek çorbası pişirdim. Bütün şifa çorbadaymış gibi ekmeksiz iki tabak içtim. Arta kalanları da birkaç kavanoza koydum üzerine isimler yazdım. Çıkabilirsem şayet dışarı, kapıları çalıp cümleler kurmadan kapının önüne bırakırım. Pasta, börek ya da çörek yapmayı beceremem ama kavanoza koyup paylaşmayı sevdiğim çorbalar pişirir dururum. Aynaya baktığımda köşeye sinmiş ve çorba içmeyi seven bir sürü silüet görürüm. İçim rahatlar o an. Büyüklerin, ölmüşlerin, geçmişlerin canına değsin diye fısıldar uzaktan bir ses. diyorum ya sayfalar çok bende, tebessüm eden ufak tefek kadının karşısında her hafta anlatacak şeyler bulmam bu yüzden belki de.
On yedi, yirmi altı… Mutfağı toparlayıp büyükçe fincana türk kahvesi yaptım. Çekilmiş perdeleri düzeltip ışıkları yaktım. Evin sessizliği saatler evvele gitmek için ıslık çalarken homurdanıp durdum. Islık sesi artarken rüzgârın çıkıp perdelerin havalanmasına ses etmedim. Ve izlemeye başladım. Kapı çaldı. Genç kadın ağrısına rağmen doğruldu uzandığı yerden. zil bir kere daha çaldı. Genç kadın derin bir nefes aldı, holü on adımda geçip kapıyı açtı. Karşısında gördüğü yüz, parmaklarındaki çiçeklerin dibine tuz dökmeye niyet ederken şu an ağlamamak için söz verdi kendine. Bu kapı kapanacaktı, kapı kapanacaktı ve o zaman canı çıkana kadar ağlayabilirdi. Yüz bir adım geri gitti. Dik dik baktı gözlerine. Ne görmeyi bekliyordu emin değildi. Sessizliğinin elini tutup karşısındaki kadının konuşmasını bekledi.
” Özür dilerim, o gün konuşulanları duyduğunu biliyorum, ben…” aylar öncesinde bir anda sıçraması kahkaha attıracaktı az kalsın.
” Neyden bahsediyorsun Nesrin?” dedi usulca. Cümlesi kadının cümlesindeki iki noktayı aldı fırlattı. Bu kabaca defol git demekti.
” Kayınvalidemin arkadaşlarıyla senin hakkında ileri geri konuşmalarını benim de…”
” Gülüp, gerçekleri bilmene rağmen sessiz kalmanı mı diyorsun?” diyerek tamamladı cümlesini yüzün. Yüzün rengi bir ton açılırken ha ağladı ha ağlayacaktı kadın.
” büyükanne öldü. Babamlar kalan tarlalar için imza istiyorlar, bir de evin yerini kurtarmak gerekiyormuş. İmza kağıdı…” uzatılan kağıda dik dik baktı. Zamanını bilmiyordu büyükanneye de epey kırgındı lakin canı yine de yandı. Beyaz sabun kokusu burnuna gelirken yavaşça burnunu çekti.
” Bir daha kapıma gelme! bir daha sakın benimle iletişime geçmeyin. İmza mimza yok!” Kapıyı sertçe kapattı. Misketleri elinden alındığında da böyle olmuştu. Birkaç saniyenin ardından kapının altından ufak bir not kağıdı atıldı. Titreyen ellerle kağıdı açtığında bir zamanlar özenerek baktığı inci gibi yazıyla karşılaştı.
” Anlamlar ürküyor senden duydun mu beni? Nasıl kaşlarını çatıyorsan saklanıyorlar, çarpmaların, bölmelerin, dilinden düşürmediğin denklemlerinle ürkütüyorsun anlamları. Önceden mahallenin yaşlıları uslu durmayan çocukları öcülerle korkutur, ağlatır ve ürkütürdü. Onlardan farkın kalmadı. Kalbinin istediği anlamlarken, anlamlarla dinginleşirken ürkütme! duydun mu?”
Gözyaşlarım yanaklarımı birer ikişer ıslatmaya başladığında yerimden bir hışımla kalkıp büyükanneden kalan yazmaları kaptığım gibi kapımın altına sıkıştırdım. Böylece artık anlamları ürkütmeyecektim.
Duvarlar ve Kapı Altları öyküsü sizde neleri çağrıştırdı, yorumlarda bekliyoruz.
Simeranyada instagram hesabı artık aktif, takipte kalın! Mimozaverosa’dan başka bir içerik okumak isterseniz: