Eric Rohmer, “Altı Ahlak Hikayesi” serisinin ilk filmi olan Monceau’nun Pastaneci Kızı (1963), ilk bakışta oldukça klasik bir hikayeyi anlatıyor. Kadınların etrafında dönen bir erkek arzusunun hikayesi gibi okunabilir ancak Rohmer sinemasında hiçbir şey bu kadar basit değildir.
Eric Rohmer sinemasının temel dinamiği, gündelik olanın içindeki karmaşayı, alt yapıları ve düşünce dinamiklerini aktarmayı amaçlar. Sanatı ve felsefeyi insandan uzaklaştırmaz. Pek çok etkileyici metnin, bilimsel araştırmaların ya da felsefi düşüncelerin detaylıca konuşulduğu film vardır. Bunları okurken ya da izlerken gündelik hayatın dışında, büyülü anlarda ve zamanlarda yaşanan şeylere baktığımızı hissederiz. Asıl olan ise bütün davranış araştırmalarının, edebi dilin ve özellikle felsefenin yaşamın gündelik anlarına uzanan konuları inceliyor olmasıdır.
Bu seride ahlak hikayeleri; açıklayıcı, çözümleyici bir yapıyla ders verir nitelikte değildir. Gündelik olanın içine iliştirilmiştir. Hikayelerdeki anlatıcılar sayesinde bu basit olayların yorumlarını görürüz. Olaylar öylece gerçekleşse de anlatıcı yalnız kaldığında ya da sahnenin içinde bir dış sese dönüştüğünde bize olayların altyapısını anlatır. Tabii buradaki önemli detay “anlatıcıya göre” olanı dinliyor oluşumuzdur. Eric Rohmer, bu anlatıcılarla öğüt vermez. Anlatıcılar da yorumlarına uygun hareket etmezler. Yaptıkları yorumlar daha çok hareketlerini onaylayan bir kılıf bulmak üzerinedir. Hikaye bize verilir, iç monologlar sayesinde anlatıcının iç dünyası ile hizalanırız ve gerisi bize bırakılır.
Monceau’nun Pastaneci Kızı Filminin Konusu
Serinin ilk filmi olan “Monceau’nun Pastaneci Kızı” da gündelik bir hikayeyi anlatır. Hatta Rohmer’in, üzerinden çok uzun zaman geçmiş bir anısını dinliyor gibi hissedebiliriz. Zaman aralıkları sahne geçişleriyle basitçe verilir. Film, hukuk öğrencisi genç bir adamın sokakta her gün karşılaştığı bir kadına duyduğu ilginin bildirisiyle başlar. Bu ilgi, imge fazlalığındandır, gerçek bir tanışlıktan değil. Arkadaşı ile bu konuyu tartışan genç adam, şıklığını bozmayacak şekilde bir adım atar. Sonraki karşılaşmada bir buluşmayı planlamak üzere sözleşirler ancak Sylvie ortadan kaybolur.
Sylvie’nin Kayboluşu ve Jacqueline ile Tanışma
İlk etkileşimlerinden hemen sonra olan bu olay nedeniyle anlatıcımız düşüncelere dalar. Yeniden karşılaşma umuduyla sokaklarda Sylvie’yi aramaya başlar. Burada metaforik olarak yorumlanabilecek “Sabit bir yerde mi durmalıydım yoksa sürekli dolaşmalı mıydım?” sorusunu sorar kendine. Bu onun idealleştirdiği arzu nesnesinin peşinden gidiyor olmasının hikayesidir. Bu arayışları esnasında, sokaklarda kurulan pazar kalabalığına yakın ama daha sakin olan bir sokakta bir pastaneye uğramaya başlar. Zamanla pastane ziyareti bir ritüele, Sylvie’yi arayış ise bir formaliteye dönüşür. Bu durum, günümüzde de görülebilecek “doğru kişi” arayışına benzer. Aslında Sylvie ile hiç tanışmamış, onun nasıl biri olduğunu hiç öğrenmemiştir. Onun hakkında sahip olduğu kısıtlı bilgiye rağmen ona büyük bir tutkuyla bağlı olduğuna inanır.
İdealize Edilen Arzu ve Etik İkilemler
Arayışı bir sonuca varmasa da pastaneye uğramaya devam eder. Buradaki pastaneci kız ile etkileşime girmeye başlar. Jacqueline’nin bu oyuna dahil olmasından memnundur. Onunla flörtleşmeye başlar ve onun kendisinden etkileneceğini düşünür. Haksız da değildir. Bu durumu ele alışı ise bize ahlak hikayesini verir. Sylvie artık ortalıkta değildir. Anlatıcımız Jacqueline’yi her gün görmeye ve ona adım atmaya devam eder. İç monologlarında ise bunu, “Sürekli Sylvie’yi düşündüğüm için bu iletişimin ilerlemesinde sorun yok.” olarak yorumlar. Kendine bakışı şudur; Sylvie’ye bağlıyım, bu yaptığım şey onun ortalıkta olmamasına dair bir intikam ya da Jacqueline’nin onu sevme ihtimalimi düşünmesinden dolayı cezalandırılması gerek. Görüldüğü gibi kendisine henüz tanımadığı birine aşık olmadığını ya da yeni tanıştığı bu kadınla gerçekten ilgilendiğini itiraf edemez. Burada bir öğreti yoktur. Anlatıcı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, kendini haklı çıkarmak adına davranışlarına etik bir makyaj yapar. Suçluluk yerine gerekçe üretir. Dışarıdan baktığımızda bu iki kadının birbirinden haberi yoktur. Hiçbir yerde anlatıcıya karşı sahip oldukları duygular görünmez. Anlatıcı kendisine bir hikaye anlatır. Bu iki kadının da ona aşık olduğu fikriyle hareket eder ve kendisini seçici konumda ele alır. Bütün bu karmaşa ise birbiriyle henüz tanışmamış insanlar üzerinden işlenir. Hatta anlatıcı, pastacı kızın ismini filmin sonlarında öğrenir.
Eric Rohmer Bakış Açısı: Anlatıcı ve Kadın Karakterler
Kendi baktığı yerden bir tercihin orta yerindedir. Sylvie için ise durum bambaşkadır. O, bileğini kırmış, bu nedenle de üç haftadır evden çıkamaz durumdadır. Oysa bu konuda heyecanlı olabilir, üzgün olabilir ya da her şeyi akışına bırakmış olabilir. Pastacı kız ise bir ay sonra başka bir yerde çalışma planı yapıyordur. Yani iki kadının da anlatıcıyı henüz hayatlarının merkezine koymuşluğu yoktur. Onların bireysel dünyalarını görmeyiz. Rohmer, burada kadın karakterleri pasifleştirmez. Anlatıcının gözünden kadınları izletirken aslında o bakışın sınırlı oluşunu da gösterir. Bu durum bireysel deneyimin, düşünceyle nasıl şekillendiğini ve olayların tek bir bakışla nasıl yorumlandığını sorgulatır.
Sonunda Sylvie ortaya çıkar. Evi, pastanenin hemen karşısındadır. Tam da anlatıcının Jacqueline ile sinemaya gideceği gün olur bu. Anlatıcımız Sylvie ile yeniden karşılaşınca ona akşam yemek yemeyi teklif eder ve sinema planına yokmuş gibi davranır. Sylvie hazırlanırken anlatıcı, pastacı kızı ekme sebebini kendine açıklar. Seçimini “ahlaklı” olana göre yaptığını düşünür. Sylvie’yi yeniden bulduğu için Jacqueline ile görüşmesi artık çapkınlıktır. Ona göre Sylvie doğruyu Jacqueline ise yanlışı temsil eder. Tabii bunu o anda kendisi uydurur. Sylvie, yemekteyken evinin penceresinden anlatıcıyı izlediğini ve çapkınlıklarını gördüğünü söyler. Ona göre “çapkınlık” buraya işaret eder. Garsona verdiği siparişte şefin özel tatlısını isterken yaptığı ima da yerindedir.
Film, insanın gündelik olaylar içerisindeki tek taraflı tutumunu anlatır. Kendi kendimize sağlamasını yaptığımız fikirlerimizi, hareketlerimiz ve düşüncelerimiz arasındaki etik ikilemleri lehimize çözme alışkanlığımızı sorgulatır. Hikayede haklı, haksız ya da mağdur yoktur aslında. Gerçek bir kötülük ya da iyilik durumu da gözlemlenmez. Yalnızca bir durum ve durumun merkezinde hisseden kişinin düşünce örüntüsü sunulur. Düşünce boşluklarında karar alma mekanizmalarımızın çalışması belki de.
Arzunun Doğası ve Varoluşsal Etik
Arzular, eksikliğin etrafında döner. Hikayedeki genç adam, arzusu için önce harekete geçer. İlk adımın atılma sebebi, arzulananın bu arzunun “farkında” olmasını sağlamaktır. Eksiklik, arzulananın durumu fark etmemiş olmasıdır. Sylvie ortadan kaybolunca pastacı kız ile yaşanan etkileşim ise arzulananın yokluğuna bir tepkidir. Bu yokluk, düşünsel açıdan genç adamı “sadıklık” konusunda derinleştirirken, eylemsel açıdan etkilemez. Ona göre asıl arzuladığı kişi özeldir. Yeni görüştüğü Jacqueline bir nesneye dönüşür. Bu nedenle ona insani bir etikle yaklaşmaz. Onu kolayca ekebilmesi de bu nedenledir. Arzuladığı kişinin yokluğuyla yüzleşemezken, yalnızlık da onu korkutur. Bu nedenle kendisine etik bir patika açar.
Varoluşsal etik açısından bir eylem, niyetle birlikte değerlendirilmelidir. Burada da niyet, Sylvie’den intikam almak ya da pastacı kızı cezalandırmak olarak işaretlendiğinde genç adamın kendini vicdanı açıdan sorgulamasına gerek kalmaz. İnsanın en sık başvurduğu yöntem, sorunlarını başkaları üzerinden bahaneler ile okumaktır zaten. Genç adam da bunu yaparak vicdani bir konfor alanı yaratıyor kendisi için.
Rohmer’in Modern Dünyaya Etik Çağrısı
Son sahnede ise anlatıcı ile Sylvie evlenmiştir. Bu sahne ile gelişen final ile Eric Rohmer, etik boşluğu bizlerin yargısına bırakır. İnsanın kendi hareketlerini nasıl anlamlandırdığına ve bu anlamın bencil doğasına güzel bir kapı aralar film. Büyük çatışmalar yerine küçük anlardaki tereddütleri bize sunar. Günümüzde de duygusal dürüstlük sık karşılaşılan bir etik problemdir. İdealize beklentiler, etiket arzular ve arayış halinde sapılan yollar. Kimsenin duymadığı, kendimize söylediğimiz sözlerle imkansızlaştırdığımız olasılıklar. Rohmer’in 1963’te çektiği bu film, eylem yerine düşünce üzerine bir etik çağrı yapmasıyla modern dönemde bile insanın içini kurcalamaya devam ediyor.
Yazarın diğer içeriğine göz atmak için: Budala Romanı Analizi: Dostoyevski’nin Hayatından İzler Taşıyan Edebi Bir Kurgu
Ayrıca instagram üzerinden de bizi takip edebilirsiniz!